30 Ocak 2010 Cumartesi

Ölüm Hayatı Sonsuz Bir Karede Dondurmaktır!

“Allah, o canları öldükleri zaman, ölmeyenleri de uyuduklarında alır. Sonra haklarında ölüm hükmü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini de takdir edilmiş bir süreye kadar salıverir. Şüphesiz ki bunda düşünecek bir kavim için nice ibretler vardır.” {Zümer Sûresi 42}

Modernleşmenin insanlığa yaptığı en büyük kötülüklerden bir tanesi, ölümü gözümüzün önünden ücra bir köşeye sürmek için ortaya koyduğu büyük çabanın sonuçlarını tahmin edememesidir. 

Baudrillard ölümü gözden ırak etme çabasının sonuçlarını gettolaşma kavramı ile açıklıyor ve mezarlıkların, modern Batı toplumundaki ilk gettolar olduğunu ve sonraki tüm gettolara örnek teşkil ettiğini söylüyor. Modern insan, bu şekilde, kafasını kuma gömen devekuşu gibi gözünün önünden attığı ölümün kendisini hiç bulmayacağı gibi bir batıl inanca sahip oluyor. Ölümü kendisine hatırlatan her şeye tiksintiyle bakıyor ve bir an önce ölümü hatırlatan ne kadar şey varsa kendi hayatından uzaklaştırmak istiyor. Geleneksel aile modelinin, Arseni Tarkovsky’nin bir şiirinde özlemle dile getirdiği gibi,  dede ile torununu aynı sofraya oturtan insanî sıcaklığının kaybolmasını, yaşlıları ölümü hatırlattıkları için evlerinden uzak tutmaya çalışan “yeni insanın” ölümü unutma arzusuna bağlayabiliriz. İnsanlık bu şekilde “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahret için çalış” hadisinin ilk kısmına tıkıldı kaldı. Böylece sadece ikinci kısmını değil, ilk kısmını da felç etti hayatının… Ebedi gençlikle kafayı bozmuş, yaşlanmayı ölüme yaklaştırdığı korkusuyla kabullenmeyi bir yenilgi addeden, bu yüzden de nefsleri tarafından gem vurulamaz bir şekilde kışkırtılan insanlar haline gelmişiz. Önünde asılı olan “Her can ölümü tadacaktır. Sonunda bizim huzurumuza getirileceksiniz.” ayetinin kendisine hatırlattıklarından dolayı, mezarlığın önünden geçmemek için yolunu dahi değiştiren bir unutma makinesi haline gelmiş insan!


Yüzleşilemeyen, unutmak için çırpınıp durulan, bilinçten atılmaya çalışılan ölüm, kendisini, bilinçaltımızdan çıkarıp hiç olmadığı kadar korkunç bir yüzle yeniden karşımıza getiriyor. Hayattan ve akıldan atılmaya çalışıldıkça yaşanan hayatı da esir alan bu korku, aynı zamanda tüm zulümlerin de ardına gizlenebildiği bir şey. Ölümü bilmediğimiz için hayatı tanımıyor, ölümü kabullenmediğimiz için sonsuz yaşayacakmış gibi bir hırsla tutunduğumuz garip şeye hayat diyoruz. Bu hırs, zulmün de, sevgisizliğin de, egoizmin de üzerinde yeşerdiği çorak ülke haline getiriveriyor hayatı. 

Hâlbuki ölüm her an yaşadığımız bir şey değil mi? İnsan, tabiat ve tüm kainat her an ölüp tekrar diriltilmiyor mu Yaratan tarafından? Uyku bile Zümer Sûresi 42.ayette buyrulduğu gibi bir ölüm değil mi? İnsan ne kadar uzak durabilir ölüme; ve uzak durursa ne kadar yaklaşabilir hayata?

Ölüm bütün bunların dışında, yüzleşilmediği takdirde hayatta büyük bir eksiklik hissiyatı yaratacak bir şey. Zira hayatla ölüm birbirinin negatif görüntüleri… Birbirleri olmadan anlamları ve varlıkları mümkün olamayacak negatif görüntüler… Bir anlamda ölüm, hayatın sonsuz derinlikteki bir karede dondurulması… Ama dondurulanın arkasından açılan bambaşka bir güzelliğin de kapısı. Tolstoy’un Ivan Illich’inin bile sefilce geçen ömrünün son demlerinde fark edebileceği kadar, herkese açılan bir rahmetin kapısı.  Bir son değil, sonsuzluğa açılan bir başlangıç. Bir “düğün gecesi”… 

Yeni Alman sinemasının en büyük yönetmenlerinden birisi olan Wim Wenders, son filmi “Palermo’da Yüzleşme - Palermo Shooting” ile “ölümü kaybeden” modern insanın hayatının kaybedilmişliği üzerine bir deneme yapmış. “Hayatımda her şey var; ama ne eksik!” diye yatağında dönüp duran, kariyerinin doruğundaki bir fotoğraf sanatçısının ölümle yüzleşmesidir filmin ana teması. En iyi Wenders filmlerinden birisi olmasa da, “Berlin Üzerinde Gökyüzü- Wings of Desire” filmindeki gibi bir Wenders bekleyenleri pek tatmin etmeyecek olsa da, yine de bir sanatçı bakışının söz konusu olduğu bir film Palermo’da Yüzleşme. 


Wenders, filmi, 2007 yılının Temmuz ayında aynı gün ölmüş, sinemanın iki dev sanatçısına ithaf etmiş; Bergman ve Antonioni’ye… Ancak, sadece film sonunda yapılan bir ithaf ile kalmayan, Bergman ve Antonioni’nin bazı filmlerine göndermeleriyle de önem kazanmış bir ithaf bu. Bu iki büyük sinema sanatçısının ölümüyle, belli ki “ölüm var!” diye düşünmeye başlamış bir sanatçının saygı duruşu olmuş Palermo’da Yüzleşme. Hem Bergman ve Antonioni’ye, hem de onların ölümü aracılığıyla ölümün kendisine…

Filmde, bir fotoğraf sanatçısının ölümle yüzleşmesi söz konusu olduğu için, fotoğrafın ve sinemanın mahiyeti üzerine arka planda düşünülebilecek bir ortamı yaratmasıyla Antonioni’nin “Blow-Up” filmine açık bir gönderi olduğunu düşünüyorum. Hakikatle fotoğrafın, resmin ilişkisi nedir? Fotoğraf çekme esnasında dondurulan anın, sanat olması için o dondurulan ana katılması gereken nedir? O “donuk an” hakikati temsil mi eder, yoksa hakikatin perdelerini açmak için bir giriş mahiyeti mi taşırlar? Yoksa fotoğraf ile hakikatin dolaysız görünen ilişkisi, aslında tamamıyla yüzeysel bir gerçeklikte mi kalır? Bütün bu sorular, filmin ölümle ilgili tartışmalarının arkasında kendi başına akan bir nehir gibi dökülüyor izleyicinin zihnine.

Sezai Karakoç’un sanat ve şiir üzerine yazdığı kimi yazılarda kullandığı bazı imgeler aklıma geliyor. Karakoç, sanatçının, önce doğayı öldürmesi gerektiğinden, yani doğanın, itaat ettirilip bir ölü gibi musalla taşına yatırılması gerektiğinden bahseder sanatçının ilk adımı olması gereken soyutlamadan bahsederken. Ama soyutlamanın tek başına sanat için yeterli olmadığı gerçeğinden hareketle, sanatçının, musalla taşına yatırdığı ölü malzemenin üstüne ruhunu üflemesi gerekir. Yani sanat, soyutlanan doğanın bir betimlemesi değildir. Ayrıca, sanatçıya Allah tarafından verilmiş bir ilham ile; yani sanatçının ruhunun üflenmesi ve musalla taşına yatırılan ölünün tekrar canlandırılması aracılığıyla yeniden yaratımdır sanatçının yaptığı. Ama sanatçı üflediği bu ruhu kendinden bilip de bencilliğe kapılırsa kendisine verilen hediyeyi murdar eder. 

İşte tam da bu noktada, sanatçının, kendisine verilen hediyenin mahiyetini anlaması sürecidir ölümle yüzleşme. Filmdeki sanatçının ölümle yüzleşmesi, bir taraftan sanatın mahiyeti üzerine bir tefekkür imkânına; diğer taraftan da açıkça, insanın ölümle yüzleşmeden hayatı anlamlandıramayacağına işaret ediyor. Filmin sonunda “ölümle”yapılan uzun konuşma Bergman’ın “Yedinci Mühür” filmini hatırlatıyor. Hayatına anlam arayan şövalyenin, anlam arayışının karşılığını aradığı şeydi ölüm, Yedinci Mühür’de. Palermo’da Yüzleşme’deki ölüm, bunun ötesine geçip, kendisinin mahiyetini de açığa vurmaya çalışan daha postmodern bir aktör izlenimi veriyor. O da gösteri toplumunun şovmenleri gibi görünür olmayı önemsiyor. O da ontolojik bir korku ile malul ve korkunun mahiyetini keşfetme imkânından uzak… Ve “kötü adam” olmaktan sıkıntı duyuyor. Kendisini dinleyecek ve kabul edecek cesarette birisini arıyor. Senin de yaptığın şey benimki gibi diyor fotoğrafçıya: Sen doğayı çekerek donduruyorsun. Ben de hayatı... Aslında fotoğraftaki negatif fikri beni cezbediyor. Hayat ile ölüm birbirinin negatifi… Dijital fotoğraf o yüzden yanlış bir yol… Çünkü negatifteki bağlantıyı koparıyor!


Tanımlayamadığı hiçbir şeyi var saymayan bir anlayışın, ölümü yok sayması kadar doğal bir şey yok. Ama bu anlayış, insanda gizli olan “yönelişin” farkında olmadığı için, sakladığı ölümün, kendisini farklı şekillerde ve yüzlerde tekrar ortaya koyacağından habersiz bir anlayış aynı zamanda. Üstüne ölü toprağı atılmaya çalışılan yönelişin, bütün gizlemelere rağmen en açık şekilde sanatçılarda ortaya çıkması bundan! Zira sanat, dinin kan kardeşi… Din ortadan kaybolduğunda, kaybolan şeyin kayıplığını bize gösteren bir yönelim. O yüzden en çok da sanatçılar ölümle hemhâl… Filmin içinde ressam bir kadının söylediği sözün bana Hz. Ali’yi hatırlatması bu yüzden anlamlı. Hikmetin kapısı olan Hz. Ali ile Wenders filmindeki bir ressam arasındaki çağları aşan bağ ilginç. Kadına sen neye inanıyorsun diye soran fotoğrafçıya, kadın “ben sadece gördüğüm şeylere inanırım” diyor. “Sen neleri görüyorsun?” diye tekrar soruyor fotoğrafçı. “Tanrıyı, ölümü, aşkı…”

Biçimiyle içerik arasında, özellikle özel efektlere hiçbir Wenders filminde olmadığı kadar bel bağlaması; ölümle yüzleşmelerin gerçekleştiği rüya atmosferini kurmakta başarılı olmaması sonucu kimi kopukluklar oluşmuş filmde. Tarkovsky’de olduğu gibi bir rüya atmosferi içinde, seyirciyi de rüya atmosferine davet eden ve bu yüzden gerçeküstü olsa dahi inandırıcılığında bir sorun olmayan bir biçim değil; rüyaların, rüya atmosferi içinden bakıldığında dahi inandırıcılığının zayıf olduğu bir durum ortaya çıkmış. Hatta bazen komik bir klip havası almış film. Ölümle yüzleşme fikrinin yaratması gereken ortamın tersine nispeten hızlı bir film Palermo’da Yüzleşme. Bu yüzden, biçimi açısından içeriğin yeterince temsil edilemediği bir film olmuş. Ama her şeye rağmen bu bir Wenders filmi. Her Wenders filmi gibi izleyicisine “Berlin Üzerinde Gökyüzü”ne doğru gezintiye çıkarmayı vaat eden bir film. 

Not: Bu yazı sevgili dostum Mehmet Yılmaz’ın Derin Düşünce’de yayımlanan “Korku matkabı zekâ duvarını deler mi?” başlıklı yazısına bir yorum, bir ekleme ve o yazı üzerine zihnimde canlananları bir sinema filmi aracılığıyla aktarabilme çabasıdır.
 
29.1.2010
 
Enver Gülşen
kaynak: ikinciperde.com

26 Ocak 2010 Salı

Uyanın beyler burası son durak!

2009 yılında bir kaç jeolog Hindistan'da yeraltında incelemelerde bulunurken, güneşte daha önce hiç olmamış bir patlama meydana gelir. Güneşteki bu olağanüstü hareketler güneş sistemini etkilediği gibi dünyayı da hızlı bir şekilde etkilemeye başlar. Öyle ki yer kabuğundaki bu hızlı değişmeler ve dünyanın merkezinin aşırı ısınması jeologları harekete geçirir. Sonuçta dünyanın abisi Amerika Başkanı'na kadar çıkar konu.

2010 ve 2011 yılında alınan tedbirler doğal afetler hızlanmadan önce yapılmalıdır ki insan ırkı devam ettirilebilsin. Bunun sonucunda Çin'de baraj yapımı kamuflajında gizli bir proje başlatılır. Projenin ismi "Nuh'un Gemileri". Buna göre sınırlı sayıdaki insanı kurtarmak için çalışma başlatılır ve biletler fahiş fiyatlara satılır. Öyle ki hayvan ırkının devam ettirilebilmesi için bile tedbirler alınmıştır. Her türden bir çifti gemilere yüklemek.


Filmin konusu gayet açık ve net. Tek farkı efektler. Kur'an-ı Kerim'de anlatılan Nuh Aleyhisselam Kıssasının günümüzde sinemaya uyarlanmış hali de diyebiliriz. Tek fark efektler dedik ama dini bir altyapısı yok elbette. Nuh Aleyhisselam'ın kıssasını bilmeyen yoktur. Hatırlamak için kısaca deyinelim. Nuh Aleyhisselam insanları tek bir Allah'a inanmaları için tebliğlerde bulunur. Yıllar geçer inananlar çoğalır fakar inanmayanlar da azımsanmayacak kadar çoktur. Cenab-ı Hakk, Nuh Aleyhisselam'ı kavmini doğal afetlerle korkutmasını emreder. Kavmi inanmaz. Gemi yapılması emredilir. Nuh Aleyhisselam gemiyi yapmaya başlar ve insanlar alay etmeye başlar. Afetler gelir ve sular yükselmeye başlar. Afetler sonucunda Nuh Aleyhisselam'a inanlar kurtulmuştur.

Filmdeki kurtulanların dinlerini para olarak tanımlayabiliriz. Servetler ödeyerek gemiye binebilirler ancak. Zengin olmayan başrol oyuncumuz ve ailesi de yakınlardaki bir deliden (aslında en akıllısı o) gemilerin nerede yapıldığını öğrenir ve afetlerden kaçmaya başlar. Paraları olmasa bile gemiye binebileceklerini düşünürler ve sonunda başarırlar. Filmin konusu açık ve net dedik. Bu açıdan bakınca gerçekten açık ve net. Fakat dikkatimi çeken bir kaç nokta var. Onlara değinmek istiyorum.


Yine ve her zaman yapıldığı gibi dünyada müslümanlar yaşamıyor. Bir sahnede ufak da olsa Kabe'den bir kesit var. Fakat afetlerin hızlandığı bir zamanda insanlar Mekke'ye koşmuş gibi gösteriliyor. Vatikan'da umuma açık ayinler dakikalarca gösteriliyor elbette. Dini motifleri göstermekte çekinceleri yok tabi ki. Bizde bu tür sahnelerin gösterilmesi malum irtica. Aman göstermeyin! gerici olursunuz.

Yine bir sahne beni gerçekten çok düşündürdü ayrıca güldürdü. Beyazsaray'da görevli birinin söylediği bir söz aslında. Televizyonlarda afet haberleri yayılmıştır. Dünyanın sonu gelmek üzeredir ve görevlimiz bomba gibi bir cümle söyler: "Şu pankart kaldıranların haklı çıkması beni çıldırtıyor!" Evet ilginç ve düşünülmesi gereken bir konu.


İnanmayanların kıyamete yakın söyleyecekleri bir söz olsa gerek. "Şu müslümanların din hakkında söylediklerinin doğru olması beni çıldırtıyor!" Büyük ihtimal söylenebilecek bir söz.

Filmden bir sahne yine müslümanlara ne tür gözlerle baktıklarını açıkça gösteriyor. Parası olan insanlar gemiye binerken Beyaz Saray'daki görevlilerden biri bir kaç tane Arap görür. Ve der: "Irkımız devam ederken bunlar da mı olacak?" Karşıdaki ne o zoruna mı gitti der gibi: "Parayı veren düdüğü çalar" mealinde bir söz söyler.

Efektlerini göz önüne alırsak güzel bir film. Fakat bilmedikleri bir konu var ki sanırım teselli bulmak için yapmışlar.

Bir kez daha Nuh'un Gemisi'ni yapacaklarını zannediyorlar. Uyanın beyler burası son durak! Kıyamet yakın.
 
25.1.2010
 
Bekir Arslan
bekir@ikinciperde.com

24 Ocak 2010 Pazar

Ali Murat Güven olmak…

“Bir Kızılderili bin beyaz kuvvetindedir.” Bu cümle geçtiğimiz günlerde Genç Dergisi Üsküdar binasında yaptığımız güzel bir toplantıda Sayın Ali Murat Güven’in bizlere daha konuşmasının başında söylediği cümleydi. Peki kim bu Kızılderililer? Ya da elimizde hiç Kızılderili var mı? Bu sorular hemen o sırada aklımdan şimşek gibi geçen sorulardı. Bu cümlenin ardından Ali Murat Güven konuşmasının bittiğini söyleyip dışarıya çıksaydı yine de bize en büyük derslerden birisini vermiş olurdu.  

1968 yılında gözünü açtığı dünyada yaşadığı zaman boyunca bazı konularda hep yalnız kalmış ama asla mücadelesinden vazgeçmemiş birisi vardı karşımda. (Bazıları birileri birilerini övdüğünde o kişiyi yalakalık yapmakla suçlar ya da bunların hak edilmeyen, gereksiz sözler olduğunu düşünür. Şunu belirteyim ki bu sözlerim Ali Murat Güven’i ne yüceltir, ne de değerini azaltır. Bize yaptıklarını ve yapamadıklarını tüm kalbiyle anlatan birisinin kimseden gelecek övgüye de ihtiyacı yoktur. O’nun peşine düştüğü davası uğruna yaptığı şeylerdir öveceklerim ya da yereceklerim.) Konumuza dönecek olursak, yalnız kalmış bir “adam”ın kendisini en güzel ifade edebileceği cümlelerin başında gelecektir bin beyaza bedel bir Kızılderili olmak. Ali Murat Güven “binler”e karşı verdiği “bir”lik mücadelesinde artık yorulmuş birisi.

Ali Murat Güven olmak zor; çünkü mücadelesini verdiğin, muhafazakâr dediğin, ama bu sinema nimetini kullansınlar dediğin kesim senin kıymetini bilmez, seni tanımaz, yapılan müspet sinema çalışmalarına değer vermez. Maddiyattan vazgeçtim gel manevi destek ver dersin gelmez yanına, gelip omuz vermezler sana. Sen yine yorulmadan anlatırsın, gazetede köşeni bunlara ayırır, durmadan anlatırsın. Yıllarını harcarsın bu uğurda ama bir gün karşına senin benim camiam dediğin kesimden birisi çıkar ve senin hiçbir şey bilmeyen birisi olduğunu söylerse işte o zaman yorulursun.

Ali Murat Güven olmak zor; çünkü daha sinemanın neden önemli olduğunu tam olarak kavrayamamış bir kesimin(çoğunluk) mücadelesidir verdiğin. Onlara sevdirmeye çalıştığın şey onların gözünde uzaklarda bir seraptır. Evlerine yıllar önce içinde şeytan var diyerek almadıkları televizyonlarda, radyolarda şimdilerde aşkın en yasağını, ensest ilişkileri, şiddetin en kötüsünü, cinselliğin en berbatını gösteren yapımları izlemekte bir mahsur görmeyen kesimdir senin savunduğun, ya da destek beklediğin! Ama nedense destek yerine hep eleştiri alırsın. Dabbe2’yi izlemeden yönetmenine ağır eleştirilerde bulunurlar. Ama gidip o filmi internetten indirip izleyen bir kesimdir savunduğun. Böyle olmayan elbette vardır, onlar sözümüzün dışında.

Ali Murat Güven olmak zor; çünkü sadece kendini düşünmüyorsun, hep başkalarının derdindesin. Bir genç kısa film çekmiş onu nasıl tanıtırım derdindesin. Kur’anî ölçülerden şaşmadan nasıl sanat yapılırın derdindesin. Çünkü sen bir kesimin sesini neredeyse sıfır oldukları bir sanat dalında duyurmanın derdindesin. Popülaritenin tutsağı olmuş günümüz Müslümanları ise senin dertlerini bilmezler bile…

Ali Murat Güven olmak zor; çünkü insanlar senin yazdığın yazılarda ne kadar ince eleyip sık dokuduğunu bilmezler. Senin onlara çoluk çocuğuyla, ailecek sinemaya gidebilecekleri filmleri ulaştırma derdinde olduğunu bilmezler…

Ali Murat Güven olmak zor; çünkü bu devirde “adam” olmak yetmiyor, “adam” gibi kalmak zor. Ama asıl önemli olan da bu değil midir? ‘Ali Murat Güven’ burada aslında sadece sembolik bir isimdir. Çünkü bu davanın derdinde aynı zorluğa göğüs vermeye çalışan ne yönetmenler, ne eleştirmenler, ne yazarlar, ne kısa film çeken gençler var. Onların hepsinin çektiği neredeyse aynıdır.

Ali Murat Güven Bey’in nezdinde tüm Ali Murat’lara, Yücel Çakmaklı’lara, Hasan Karacadağ’lara, Mustafa Emin Büyükcoşkun’lara, Mehmet Akif Güler’lere, İsmail Güneş’lere selam olsun. Bu yolda yalnız değilsiniz ve kalmayacaksınız. Evet, sizin gibi olmak zor. Çünkü siz “adam” gibi kalmanın, adam gibi işler yapmanın derdindesiniz. Ama unutmayın ki derdiniz ulvî, gayeniz yüce. Sizler belki 3 belki 5 kişisiniz ama Kızılderili’siniz. Çok kişiye bedelsiziniz. Değerlisiniz…

23.1.2010
Muhammed Uyar
ikinciperde.com

21 Ocak 2010 Perşembe

Ne istediğini bilen, az sayıda sıkı adama ihtiyacımız var...

Geçtiğimiz Salı akşamı Genç Dergisi'nin ev sahipliği yaptığı Ali Murat Güven ile hasbihal adlı programa İkinci Perde olarak bizde katıldık.

Toplantınn ana konusu Ali Murat Güven'in hayatındaki önemli olaylardı. Büyük fikirlerin masaya yatırıldığı küçük fakat sıcak bir ortamda geçen toplantıda, Ali Murat Güven medyanın ülkemizdeki durumu, sinemayı meşrulaştırma çabaları, ahlaklı sinema sektörü oluşturma mücadelesi ve daha bir çok konudaki değerli görüşlerini bizimle paylaştı.

Sağlam bir alt yapı oluşturarak sektörde söz sahibi olabilmek için "Ne istediğini bilen, az sayıda sıkı adama ihtiyacımız var.." diyerek özetliyor genel durumu Ali Murat Güven.

Millî Gazete kültür-sanat editörü Bünyamin Yılmaz başta olmak üzere kuruluşlarında maddi , manevi desteğini eksik etmediği pek çok sinema sitesi ve dernek kuruluşları ve sevenleri Ali Murat Güven'i bu önemli toplantıda yanlız bırakmadı.

Aramızdaki yaş farklarını düşünmeksizin bize bugüne kadar dostluk yapan bu "adama" saygımız ve desteğimiz her zaman sürecektir. Yaptığı abilikleri ve tecrübelerini unutmayacağız. Nerede olursa olsun ne işle meşgul olursa olsun bizim has "Ağabeyimiz" olarak kalacak.

Tekrar Teşekkürler Ali Murat Ağabey.

21.1.2010 
ikinciperde.com

Oliver Stone'dan Kuran'a

Bir film benim yüreğimin derinliklerine işleyip beni yeni dünyalara götürüyorsa, bana insanlığın ve insan tecrübelerinin yeni boyutlarını gösteriyorsa, bu benim için sanki ''ilahi'' bir fısıldamadır ışığın yansımasıyla.

OMER MOZAFFAR

OMER MOZAFFAR

Ben Karaçi, Pakistanda doğdum. Genç yaşta ailemle beraber Chicagoya gelmişiz, ondan beride burada yaşıyorum. Bundan dolayı, bir çok akranım gibi devamlı bir sürgün durumu içersindeyim. Chicagonun güneyinde, ben bir pakistanlıyım. Chicagonun geri kalanında, ben bir güneyliyim. Amerikanın geri kalanında, ben bir chicagoluyum. Dünyanın geri kalanında, ben bir Amerikalıyım. Bu bugünlerde ''normal'', degil mi? Biz aynı anda (kayıtsız) yörel ve globaliz.

Hala, benim için en rahat yer bir ortalarda bir oturakta, karanlığın tanınmazlığına gizlenerek bir sinemada oturmak. Çocukken, annem ve babam (ülkeye yeni geldiklerinde) filmlere benide götürürlerdi (bir bakıcı tutmak yerine). Gördüğüm ilk film hatırladığım kadarı ile ''The Exorcist''di. Ben üç yaşlarındaydım. Amitabh Bachchan (*1) filmlerinin açılışlarına Arie Crown Sinemasına giderdik. Siskel ve Ebert (*2) on Sneakin Previews’i izlemeye başladığımda genç bir ilk okul öğrencisiydim. Channel 11'de (PBS)  filmler üzerine kritikler yayınlandığından Siskel ve Ebert, Big Bird (*4), Oscar the Grouch (*5) and Mr. Rogers (*6) ile zihnimi genişlettiler.

1977 yılının Mayıs ayında aynı günler içersinde iki tane film açılış yaptı – Yıldız Savaşları ve Çağrı (Peygamber Muhammedin (s.a.v.) hayatı) – bu filmler bütün akranlarımla beraber  bir nufusu etkiledi. Ve benim o günden beri hayatımın simpiyotik yolunu belirleyen Film ve Sinemayı birleştirdi. Demek, sadece benim kimliğim aynı anda yörel ve global değilmiş...

Son çeyrek yüzyıldaki olaylar birçok Müslüman Amerikan emsalim ve ben İslam üzerine bilinçli bir seçim yapmaya mecburduk. Düşünün genç bir müslüman olarak büyüdüğümüz haberler: ilk Filistin intifadası, Salman Rushidies olayları, Kızım Olmadan Asla (*7), Saddam Hüseyinin Kuwait işgali, ilk körfez savaşı ve daha sonraki on yıl içersindeki İraklılara yapılan yaptırımlar, Bosna soykırımı, Spike Lee'nin Malcolm X'in yayınlanması, WTC 1 (Dünya Ticaret Merkezi), Schindlerin Listesinin yayınlanması (sadece konusu için değil, ayrıca Steven Spielberg Bosna hakkında dedikleri için (*8)), Çeçenlerin ruslara karşı olan bağımsızlık savaşları, ''Million Man March'' (*9), Kosovalılara yapılan vahşet, Talibanın doğması///yükselmesi, sayısız müslüman ve arabın acayip ''Secret Evidence'' (*10) altında tutuklanması, ikinci intifada, müslümanların 2000'de George W. Bush'a toplu oyları (özellikle ''Secret Evidence''i kaldırmaya söz verdiği için).

 

Ondan sonra, tabikide 11 Eylül, John Ashcroft (*11) ve ''Patriot Act'' (*12) (''Secret Evidence''den çok daha kötü), sözde Terörle mücadele, savaşı sürdürmek için söylenen yalanlar, ve son olarak, Hüseyin adında bir Afroamerikan başbakanın seçilmesi, Chicagonun güneyinden.

Evet, bu liste kesinlikle basit bir liste; buradaki amaç bir genç müslümanın bakış açısından medyada olup bitenleri göstermek: devamlı bir saldırı. Bunun sonucunda çoğu genç müslüman bir seçime zorunlu hissetti kendini. İslama sahip çıkmak, yeniden formlamak yada terketmek arasında. Özetle, bu kalpteki bir fırtına idi.

Ben ne yaptım? [...] Benim İslamla olan ilşkim 11 Eylülden sonra yapılanmadı. Daha çok 1993 senesinde bir Stateville cezaevinde bir kafeteriyada, Oliver Stone'nun Katil Doğanları izlemek için bulunduğum zaman Kur’an’ı okumaya karar verdim. Bu kadar basitti benim için...

Kuranın anlatım yapısı çoğu batılının kafalarını kaşıyarak, içersinde incil gibi/klasik anlatım yapısı ararken, benim için mükemmel bir uyumdu: Ben zaten geniş bir kurgu görüşünü kendi görüşüme yerleştirmiştim. Kuran eşsizdi.

Kur’an aynı zamanda benim film anlayışımıda zenginleştirdi. Bugüne kadar ki görüşüm, bu her ikisini bir birinden ikisini ayırmak çok zor, bu kadar farklı bir yerde oldukları halde. Genel anlatım tarzından daha çok, bu ikisi bana sukunet getirdi.

11 Eylülden beri konuşma yapmak için ülkenin dört bir yanından çağrılıyorum ve İslamı öğrenmek ve hakkında bilgi edinmek isteyen dinleyicilere konuşma yapmak için. Konuşma sayısı 200 civarında iken saymayı bıraktım. Bazen aynı gün beş ayrı mekanda beş ayrı konuşma yapıyordum. Bu kolay değil. Film hakkında konuşmak kolay. Ama, inanan ve uygulayan biri olarak din hakkında konuşurken, riyakarlık içine düşmemek için dikkat etmeniz lazım, yapmadığını vaaz etmek  imkansızdır. Özellikle benim karakterimdeki birisi için. İslam hakkında konuşurken,  sorumluluk bir adım ileri geçiyor: sık sık başkaları tarafından işlenen zulümler için özür bekleniyor.

1994 senesinden tuhaf bir anım vardı. Columbia College Chicago'da film öğrencisiydim ve sıkça şehir merkezindeki İslam Merkezine giderdim. Bir cuma günü, iki tane haham merkezi ziyaret etti. Bir israili göçmenin Hebronda bir cuma namazında camiiye girip ateş açmasını kınamak için gelmişlerdi. Orda otururken, niye gelip üzüntülerini belirtmeye kendilerini zorunlu hissediyorlar diye, her görüşten kişinin yahudilerin böyle bir hareketi yanlış bulduğunu bildiği halde gelmelerine şaşırmıştım; özürleri kabul edildi.

Ama, şimdi verdiğim (bazı zaman yorucu) konuşmalarda anlamaya başladım ki insanlar sizin inanc sisteminizin sizi iyi insan olmaya ''çağırdığını'' bildiği halde duymak istiyorlar.

Chicago Üniversitesinde doçentim (bu arada yıllar önce Roger Ebertin ile Film bölümüne yazıldığım yer) ve şehrin değişik yerlerinde yüksek okullarında yarım günlük profesor olarak çalıştım geçen beş yılda. Bu konuşma yaptığım yıllarda, birşey keşfettim, keşfettim ki insanlar senin insanlığını görmek istiyorlar; insanlar senin insanlığınla onların insalığını sardığını görmek istiyorlar. İnsanların kalplerinin hoşnut olması için. İnsanlar sizin özünüzdeki iyiliği biliyor, ama sizden duymak istediklerini duymak zorundalar, kalplerinin hoşnut olması için. Ve, gerçekten yeterince opotünist var sizi ve  inançlarınızı karalamakatan bir çıkar elde eden. Globaleşerek, giderek küçülen dünyamızda, biliyoruz ki gittikçe kutuplaşıyoruz ve uzaklaşıyoruz, insan kalbinin değerini unutuyoruz.

Tekrar başa dönelim. Kalbim hızla atmaya başlıyor sinemada güzel bir an görürsem.  Kalbim hızla atmaya başlıyor güzel bir kurgu dikkatimi çekince. Kalbim hızla atmaya başlıyor bir oyuncunun hünerlerini görünce. Hele, bir film beni hayal gücümün ötesindeki dünyalara götürürse... Bir film beni iç dünyamda yeni ufuklar açabiliyorsa, bana insanlığın ve insan tecrübelerinin yeni boyutlarını gösteriyorsa, bu sanki ''ilahi'' bir fısıldamadır ışığın yansımasıyla.

(*1) Ünlü hindistanlı bir oyuncu.

(*2) Gene Siskel ve Roger Ebert Chicagolu film eleştirmenleri.

(*3) 1975 – 1996 yılları arasında amerikada bir film eleştiri programıydı.

(*4) Susam Sokağında bir karakter.

(*5) Susam Sokağında bir karakter.

(*6) Fred McFeely Rogers amerikan eğitimci, şarkı sözü yazarı ve televizyoncu. Mister Rogers' Neighborhood diye bir televizyon programı vardı.

(*7) 1991 yapımı amerikan filmi, film Betty Mahmoody'nin kızıyla beraber irandaki kocasından kaçışını anlatıyor.

(*8) Bir reportajdan alıntı:

''Susan Royal: Holocaustdan bu yana, başka soykırımlara teşebbüs edildi – Stalin ve Pol Pot'un yaptığı gibi. Şu anda da insanlığa karşı suçlar işleniyor Bosnada. Toplu mezarlar, çalışma kampları – yine avrupanın ortasında.  Bu şimdiki durum bu Schindler'in Listesini yapmanızda etkili oldu mu?

Steven Spielberg: Kesinlikle. Gerçekten bu durum, gelecek yıl yapmak yerine bu yıl yapmamın nedeni...''

Reportajın tamamı için: http://www.industrycentral.net/director_interviews/STSP02.HTM

(*9) Million Man March 16 Ekim 1995 tarihinde Louis Farrakhan başkanlığında afroamerikan müslümanların Washingtonda yaptıkları yüzbinlerin katıldığı bir toplantı.

(*10) Gizli Kanıtlar

(*11) 79. United States Attorney Generali (Amerika Birleşik Devletleri Başsavcı) kabin üyesi ve adalet bakanlığından önce gelen adam. Görev zamanında USA Patriot Actı ve benzeri tartışılan bir çok kanunların altına imzasını attı.

(*12) Terörle mücadeleyi güçlendirmek için yapılan sert kanunlar.

21.1.2010
Omer Mozaffer
blogs.suntimes.com

Çeviren : Omar Welliron (İkinci Perde)

kaynak: ikinciperde.com

20 Ocak 2010 Çarşamba

İslam Kültürü, Görsellik ve Sinema

Dücane Cündioğlu’nun Yeni Şafak’ın 10 Ocak tarihli sayısında yazdığı “Resimli Kur’an ve Sanat ve Edebiyat” başlıklı yazısı ve bu yazıya Yusuf Kaplan’ın yazdığı iki cevap yazısı, Doğu ve İslam kültürü ile görsellik ve sinema ilişkisini yeniden düşünmemiz için önemli bir fırsat oluşturuyor.

Cündioğlu yazısında, Müslüman bilincinin duygu ve düşüncelerini şekiller aracılığıyla değil, kelimeler aracılığıyla ifade ettiğini belirtip tezhib ve minyatür dışında İslam sanatının, görselliği en çok harflerin tersim ve tasviriyle sınırladığını iddia ediyordu. Yusuf Kaplan yazdığı cevabında, Cündioğlu’nun “görsellik” ile tanımladığı şeyin “görsellik” değil “görmek” ve “göstermek” olduğunu ifade ediyordu. 

Cündioğlu’nun iddia ettiğinin aksine ben, sinemanın tam anlamıyla doğulu bir sanat olduğunu düşünüyorum. Doğulu bir sanat olarak sinema, Kaplan’ın isabetli tespit ettiği gibi “logos merkezli” bir dünya görüşüne sahip olan Batı’dan çok, Varlık’la ilişkisini hep taze tutmuş İslam sanatına çok daha yakın bir sanattır. Batı metafiziği ve bu metafiziğin kıta sahanlığında büyüyen Batı sanatı, Varlık’ı bir “varolan” mertebesine indirgeyerek logos’un manipüle edeceği bir alanın nesnesi haline getirir. Bu Heidegger’in ifade ettiği gibi, düşüncenin (ve sanatın) “hesapçı” hale getirilmesi demektir. Hesapçı olan bu düşünce ise, tefekküre dayalı ve bu yüzden en çok da sanatın konumunu belirleyebilecek olan bir düşüncenin iptal edilip, yerine araçların kullanılmasına, manipüle edilmesine ve tüm varolanın araçsallaştırılmasına dayanan rasyonaliteyi\rasyonalizasyonu amaçlayan bir düşüncenin ikame edilmesi demektir. 

Bu açıdan bakıldığında Batı sanatı Cündioğlu’nun söylediği türden bir görsellik ile ilişkili tutulabilirse dahi, bu görsellik logos tarafından belirlenen, göstermeye ve forma dayalı bir görselliktir. Batılı sinemada ana akımın Aristocu dram anlayışına yakın bir sinema olduğunu söylemeliyiz. Ve evet bu sinema anlayışı kaba bir şekilde “görülenin” taklit edilmesi (mimesis) üzerine kuruludur. Özellikle Rönesans sonrası Batı resmi, modern resmin Malevitch, Kandinsky, Mondrian gibi sanatçılarına kadar, bir tür kopyalama üzerine kurulmuştur. Kandinsky, Malevitch gibi sanatçıların ise Batılı bir logos anlayışından ve dolayısıyla bir mimesisten değil, Doğu’ya ait bir hakikat ve (Varlık) anlayışından ilham aldıkları muhakkaktır. Ana akım sinemanın dışında bulunan sinemada da böyle bir damarın olduğunu gözden kaçırmamak gereklidir. 


Peki İslam sanatı özünde logos merkezli midir, yoksa Varlık merkezli mi? Bu aşamada İslam sanatının en başından beri Varlık merkezli bir sanat olduğunu söylememiz gerekiyor. Zira İslam sanatının, Doğu sanatlarından farkları olmakla birlikte, merkeze aldığı unsur açısından Doğu sanatlarına Batı sanatına olduğundan çok daha yakın olduğunu düşünüyorum. 

Yani Cündioğlu’nun yazısındaki gibi, Batı ve İslam sanatlarının görsellikle ilişkisi, tek başına ve kaba bir şekilde kelime, müzik ya da “göstermenin” basit kullanımlarının bir yansıması olarak ele alınamaz. Zira “gösterirken” neyi, nasıl gösterdiğiniz; gösterilen şeyin Hakikat (ve Varlık) ile ilişkisi, sorunun hayati noktasını belirler. Görüntü ya da göstermenin tek başına hakikatle dolayımsız ilişki kurmaya delil olamayacağını göz ardı eden bu bakış, hakikatle dolayımsız ilişki kurmanın (eğer böyle bir şey mümkünse) en güçlü sanatlarından ikisinin şiir ve müzik olduğunu unutan bir bakış bence. Halbuki sanatın kendisinin amacı hakikatle dolayımsız ilişki kurabilme susuzluğudur zaten. 

İslam sanatında büyük şairlerin, müzisyenlerin, mimarların, minyatürcülerin yetişmesi; ama ressamların, heykeltıraşların yetişmemesi, hakikatle dolayımsız ilişki kurulmak yerine dolayımlamanın tercih edilmesinin değil, kasap dükkanında etlerin sergilenmesi gibi bir taklitçiliğin, hakikatle ilişki kurmak bir yana hakikati perdelediğinin bilinmesi dolayısıyladır kanımca. Logos merkezli bir düşünce, görüntüyü doğanın taklidinin ve mantıksal manipülasyonun “simgesine” indirgerken; Varlık merkezli sanat, hakikatin, kendisini ifşa ettiği, “basit bir bakışla simgeci” gibi görünse dahi, derinliğine bakışta simgelerle işi olmayan bir sanattır. Şiir de böyledir, müzik de, sinema da… Logos merkezli bir dünyanın esiriysek şayet, hakiki bir sanatçının simgeler ardına gizlediği “mesajların” peşinden koşarız. Ama bu koşuşturmaca sanatçının kendisi için hiçbir anlam ifade etmeyen boş uğraştır. Evet, logos merkezli bir sanat, bu yüzden sanatçı-müşteri dikatomisine sahiptir ve sanatsal düşünme ve tefekkür hakkında çok fazla fikir sahibi değildir. Ama Varlık merkezli bir düşünce, bu düşüncenin bizzat sanat olduğunu ve sanatı yaratan ile sanatın alıcısı arasındaki sınırların, sanatın asıl Yaratıcısı O olduğu için, silindiği bir düşüncedir. İslam sanatı kanımca bu tür bir düşüncenin ürünü olarak değerlendirilmelidir. 

Son tahlilde ister Batı, ister Doğu, isterse bunların ikisine de belirli yakınlık ve uzaklığı olan, ama bunların ikisinin de önemli noktalarının bir arada yaşayabildiği bir zeminin sanatı olarak İslam sanatı, hakikat ile dolayımsız ilişki kurma iştiyakının birer sonucudurlar. Ancak bu iştiyak, sanatın nasıl bir dünya görüşü ile beslendiğinin hayati önem arz ettiği bir iştiyaktır. Zira Kaplan’ın son derece isabetli tespit ettiği gibi, göstermenin, bizzat hakikati gözlerden saklayan bir perde olarak fonksiyon görebildiği bir taklitçi-sahte-sanata ulaşmak mümkün olduğu gibi; Tarkovsky’de, Paradjanov’da en önemli örneklerini gördüğümüz, görselliğin sıradan bir “gösterme” düzeyine indirgenmediği, tam tersi hakikatin en yüksek katmanlarına ulaşmak için görselliğin, göstermenin perdelerini yırttığı bir sanat da mümkündür. 

Müslümanlar işte tam da bu yüzden sinemaya hayati değer vermelidirler. Zira İslam sanatının en büyük zirvelerinden birisi şiiri ise şayet, sinema, bu şiirin bir üst düzeye taşınabileceği gerçek ortamdır. Şiirin en mümkün olduğu sanat… Ve basit bir “gösterme” “göstermeme” zıtlığının çok ötesinde bir anlam ifade etmesi gereken sanat dalı olarak sinema, bugün, Müslümanların yitik malıdır.

20.1.2010
Enver Gülşen

17 Ocak 2010 Pazar

Ali Murat Güven ile Hasbihal

“Benim için ‘tamam’ ya da ‘devam’ yılı: 2010” başlıklı bir yazı kaleme alan ve sinema yazarlığını bırakma sinyallerini veren Yeni Şafak Gazetesi Sinema Editörü ve Yazarı Ali Murat Güven 19 Ocak Salı Akşamı Saat 19.00’da Genç Dergisi’nde olacak…

Onu bu karara götüren nedenleri, sinema yolunda yapılması gereken çalışmaları, en başında nasıl bir zihni perspektife sahip olmamız gerektiğini uzun uzun konuşacağız. Bu memleketin İslamcılarına, muhafazakarlarına, onun deyimiyle mütedeyyin kesimine adanmış onca projeye, yüzlerce yazıya rağmen gelinen noktanın ne olduğu? Sinemanın neresinde durduğumuz? Kısa film’in geleceği? Kısacası sinemaya dair her şeyi sormak ve cevaplarını almak istiyoruz…

(Program Baylara Yöneliktir.)

İletişim Bilgileri
 
16.1.2010
 
Copyright 2009 İp Medya